Empati deyince akla acımak, ötekinin duygularını anlamak gelir. Oysa kötü anlamlar da taşıyabilen renksiz bir kelime bu. Meselâ oltasına solucanı takan balıkçı da empati yapıyor, kamış parçasına üfleyerek ördekleri kendine çeken avcı da.
Türkiye’ye zararlı ekipleri daha net görebilmek için empati yapmamız, kendimizi “şeytanın” yerine koymamız fayda sağlayabilir kanaatindeyim. Ancak bu şekilde oyunun iplerini ve kuklalarını görebiliriz:
Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yarısına gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nun yenik çıkacağı belli olmuştu. İngiltere ve Fransa rahat bir “oh” çektiler şüphesiz. Zira petrol kaynakları ve ticaret yolları üzerinde yoğun biçimde yaşayan Müslümanları tek bayrak altında toplayabilecek son ülke yok olma noktasına gelmişti. Bu iki sömürgeci devlet Hindistan’dan Fas’a uzanan İslâm coğrafyasını kalbinden vurup yere yıkmışlardı. Fransa için Afrika’nın zenginlikleri, İngiltere için ise Hindistan yolu ve Ortadoğu petrolü garanti altındaydı artık.
Şimdi her muzaffer güç gibi zaferlerini sürekli kılacak, muhtemel tehditleri bertaraf edecek bir sömürge valisine ve bir altyapıya ihtiyaçları vardı.
Batı Avrupa kapitalizminin “arka bahçesi” haline gelen bu topraklar için iki potansiyel tehdit vardı hafife alınamayacak. Birincisi eski müttefik Rusya’nın ordusunu kullanarak Anadolu, Azerbaycan-İran ya da Afganistan üzerinden güneye inmesiydi. Veya bu ülkelerin izniyle kıyılarda askerî üs, tersane vb kurabilirdi. 1917 devrimi yüzünden vakit kaybetmişti Rusya ve pastadan istediği payı alamamıştı. Bütün büyüklüğüne rağmen denize erişimi zordu Moskova’nın. Tersaneleri, limanları yılda 6 ay işlemez hale geliyordu Sibirya kışı yüzünden. Eğer Akdeniz’e ya da Hint Okyanus’una erişebilirse “oyunun kurallarını” değiştirebilirdi.
İkinci tehdit ise Anadolu Türklerinin Osmanlı mirasına sahip çıkmasıydı. Askerî yenilgi ne kadar ezici olursa olsun Müslümanlar da bir gün uyanabilir, pastadan pay isteyebilirlerdi. Kendi ülkelerinin topraklarından çıkan petrolden pay istemelerine nasıl engel olunacaktı? Ya bu topraklardan geçen ticaret yolları ne olacaktı?
Sömürgeci güçler artık akıllanmışlardı. İşgal edilen bir ülkenin her köşesine İngiliz ve Fransız bayrağı dikmek ya da insanları zorla Hristiyan yapmaya gerek yoktu, pahalıya patlıyordu bu türlü baskı kurmak. Zira ayaklanmalar bölgede üretilen malların fiatlarını yükseltiyordu. Hem Türk’e Türk’ün eliyle zulüm yapmak daha kolay ve ucuz olabilirdi.
Tehdit ikiydi ama bulunan çözüm tek oldu: Türkiye’yi Rusya karşısında dayanabilecek bir kışla-ülke haline getirmek. Tabi halkın sömürge valisini sorgulamasına engel olmak için komşularıyla kavgalı, korku içinde yaşayan bir zihniyet oluşturmak cazip olabilirdi. Evet, Türk dış politikası bu eksen üzerine oturmalıydı.
Aynı zamanda Türklerin Ortadoğu’da liderliğe özenmesine engel olmak gerekiyordu. Türklerin diğer Müslümanlara tepeden bakması, özellikle Arapları aşağılaması faydalı olacaktı. Daha genel anlmda Müslümanların ırk-soy-kan kavgaları birbirlerinden nefret etmeleri sağlanmalıydı. “ÜMMET” yerine “ULUS” konması gerekiyordu.
Peki bu hedefe nasıl ulaşılabilirdi? Bu işin idaresi için bir sömürge valisine ve güçlü bir ekibe ihtiyaç vardı ama bu ekip ingilizlerden kurulamazdı. Atası Osmanlı’dan adeta tiksinen, bu kültüre ait herşeyi “geriye gidiş – gericilik” kabul eden bir zihniyet ülke yönetimine getirilmeliydi. Elbette halk “eski kötü alışkanlıklarından”, Osmanlı kimliğinden ve Müslümanlıktan kolay kolay vazgeçmeyecekti. İşte tam da bu yüzden zulüm Türk elinden olmalıydı ki sömürüye isyan edenler “mücahid” olmasın, “gerici” olarak yaftalanabilsin.
İşte bu sömürge valiliği böyle kuruldu. Belki ileride Anadolu’yu da bölmek gerekebilirdi. O halde bir de doktrin gerekliydi ki her misafire pastadan dilim dilim servis yapılabilsin:
- Türk’e Türk’ten başka dost yoktur,
- 4 tarafımız düşmanla çevrili,
- Ya sev ya terk et…
Bu doktrin sayesinde meselâ Kürtler her an hedef haline getirilebilirdi. Eğer Kürtler ayaklanmazlarsa asker gücü ile tepelerine binilir, eziyet edilebilirdi. Nasıl olsa tek parti vardı, meclis, basın, ordu ve yargı, herşey ama herşey sömürge valisinin emrindeydi. Daha küçük azınlıklar da korku içinde yaşayacaklarından her hangi bir sabotaj vb gerektiğinde kullanmaya hazır bekletiliyorlardı.
Peki ya birgün birileri herşeye rağmen bu dümenin farkına varır da sömürge valisini devirmeye kalkarsa? Bunu engellemek için Türklerin atalarından kalan kitapları okumalarını engellemek gerekiyordu. Yeni kuşaklar Osmanlıdan ve Selçuklulardan kalan saraylara bir turist gözüyle bakmalıydılar asla bir mirasçı gibi değil. Yoksa “geçmişte sömürge değilmişiz yahu!” deyip olmayacak işlere heves edebilirlerdi. Çare? Çok kolay, alfabeyi değiştirmek yetti. 600 yıllık Osmanlı mirası çöpe. Kim uğraşacaktı o kadar camiyi yıkmakla ve kitapları yakmakla? Osmanlıca bir gecede “eski dil” oldu. Peki ya Türkler Osmanlı alfabesini ögrenirlerse? Kolay! Türk Dil Kurumu eliyle eski kelimeler çöpe atılıp yerine yenileri konunca Türklerin geçmişlerini anlama ihtimali tamamen ortadan kalkmış oldu. O kadar ki dil devrimini yapan Atatürk’ün yazdığı Nutuk dahi bir anda okunamaz oldu!
Sanat müziği hain(!) padişahın, halk müziği cahil(!) halkın olsun. Biz tango yaptıralım Türklere. Tangolarla maymun gibi oynattılar onları, sonra da karşılarına geçip bol bol güldüler her halde.
Bugünlerde halkta yine bir kıpırdanma var. Sırtından silkeleyip atmak istiyor sömürge valisini. Peki ama kim bu Türk’ten çok Türkçü görünüp kanımızı emenler?
0 Yorumlar