İkinci Dünya Savaşı sonunda Birleşmiş Milletler (BM) kurulduğunda, dünya çapındaki bu yeni kuruluşun dünya siyasetinde önemli bir güç olacağı ve çabalarını gelecekte başka savaşlar çıkmasını önlemeye yoğunlaştıracağına dair umutlar yüksekti.
Yetmiş yıl sonra geldiğimiz noktada ise BM pek çoklarını hayal kırıklığına uğratmış, hatta usandırmış görünüyor. Böyle olumsuz bir imajın yerleşmesini, BM’nin son dönemde tehlikeli bir gidişat gösteren muhtelif krizler karşısında siyasi bir aktörden ziyade bir izleyici görüntüsü çizmesine bağlıyorum.
“Veto hakkı, daimi beş üyenin oybirliği olmadan BM’nin hiçbir konuda güçlü bir tepki ortaya koyamayacağı anlamına geliyor. Oysa Soğuk Savaş’tan günümüze yaşananlar bize böyle bir fikir birliğinin pek sık sağlanamadığını öğretti.”
Ortadoğu ve Afrika’da savaşın yakıp yıktığı ülkelerinden dalga dalga kaçan göçmenleri, Suriye’de dört yıldır devam eden yıkıcı iç savaşı, İsrail-Filistin sorununa 68 yıldır çözüm bulunamayışını ya da dünyayı nükleer silahlardan kurtaracak bir anlaşma ortaya çıkarılamayışını göz önünde bulundurursak, BM’nin kendi kurucu sözleşmesinde yer verilen beklentileri ve dünyanın dört bir yanında barış ve adalet isteyen insanların büyük umutlarını karşılayamadığı net bir biçimde anlaşılıyor.
Bu hayal kırıklığını nasıl açıklayabiliriz? En başta şunu kabul etmemiz gerekiyor ki, ilk zamanlarda BM’ye yönelik beklentiler asla gerçekçi değildi. Sonuçta, BM Antlaşması, İkinci Dünya Savaşı’nın beş galibine Güvenlik Konseyi’nde daimi üyelik ve kendilerinin veya müttefik ve dostlarının menfaatlerine aykırı her karara karşı sınırsız veto hakkı veriyordu. Esasen, BM’nin anayasası diyebileceğimiz bu antlaşma, dünyanın – en azından askeri kapasite açısından – potansiyel olarak en tehlikeli ülkelerine BM otoritesi ve uluslararası hukuktan muaf olma seçeneği sundu.
Veto hakkı engel
Diğer yandan, veto hakkı, daimi beş üyenin (P5) oybirliği olmadan BM’nin hiçbir konuda güçlü bir tepki ortaya koyamayacağı anlamına geliyor. Oysa Soğuk Savaş’tan günümüze yaşananlar bize böyle bir fikir birliğinin pek sık sağlanamadığını öğretti. Rusya’nın elinde veto hakkı olmasaydı, BM’nin de Suriye felaketi konusunda çok daha zorlayıcı olacağına şüphe yok. Yine Moskova’nın veto hakkı olmasaydı, BM de şiddete son verme ya da kendisinin öne sürdüğü sert koşullar haricinde siyasi bir çözüm bulma konusunda asla samimi bir tablo çizmeyen Şam rejimine iyi niyetini sunmak zorunda kalmazdı.
Elbette, 194 üye ülkeyi bir araya getiren BM Genel Kurulu’nun sözüm ona Güvenlik Konseyi’nin tıkandığı noktalarda tavsiyede bulunup harekete geçme yetkisi var. Ancak işler hiç de öyle yürümüyor. Büyük ülkeler, neredeyse tüm yetkinin Güvenlik Konseyi’nde toplanmasını sağlayacak şekilde hareket ediyor. Genel Kurul, bir nevi dünyanın tartışma platformu pozisyonuna indirgenmiş durumda ve konu kriz yönetimi olduğunda pek bir varlık göstermiyor.
BM’nin dünyada bu kadar insana acı çektiren küresel krizlere tepki gösterme noktasında daha fazla bir şey yapamamasının temel bir açıklaması daha var. BM, üyelerinin toprak egemenliğine karşılıklı saygı temelinde kurulmuş bir örgüt. BM’nin iç karışıklık, ayaklanma ve insan hakları kısıtlamaları gibi esas olarak bir devletin içişlerini ilgilendiren meselelere müdahale etmesi bizzat kurucu sözleşmesiyle yasaklanmış durumda.
Evet, Sırbistan’ın Kosova’da 1995 Srebrenitsa katliamının tekrarını yaşatabilecek tavırlar içine girmesi örneğinde olduğu gibi, siyaset rüzgarları kuvvetle ters yönde esmeye başladığında, NATO etkin bir şekilde müdahalede bulundu, ancak bunu yaparken BM’nin rızasını almadı ve dolayısıyla uluslararası hukuku çiğnedi. Ayrıca Güvenlik Konseyi, kuşatma altındaki Bingazi halkının karşı karşıya kaldığı insani felaketi önlemek için, “koruma sorumluluğu” (R2P) adı verilen ve güç kullanımını meşrulaştıran yeni norma dayanarak, Libya’ya sınırlı bir müdahalede bulunulmasına onay verdi. NATO, bu sınırlı yetkisini, Kaddafi’nin öldürülmesi ve Libya hükümetinin değişmesi ile neticelenen, rejimi değiştirmeye yönelik bir müdahaleye dönüştürünce, koruma sorumluluğunun, Batının Libya’da uygulamaya koymak istediği daha hırslı, ancak yasal açıdan şüpheli gündem için bir bahane olduğu net bir biçimde ortaya çıkmış oldu.
“BM’de yıllar önce yapılması gereken bir reform da daimi üyeliği Asya (Çin’e ek olarak), Afrika ve Latin Amerika’dan birer üyeyi daha içerecek şekilde genişletip P5’i P8 veya P9 haline getirmekti.”
Richard Falk
Bunun üzerine, beklendiği üzere, 2011’de Bingazi’yi korumak amacıyla uçuşa yasak bir bölge kurulmasına onay vermeleri için Batılı güçler tarafından ikna edilen Rusya ve Çin, kendilerini aldatılmış hissetti ve Güvenlik Konseyi’nin riayet edilecek sınırlar koyma kapasitesine olan güvenlerini kaybetti. BM’nin Suriye konusunda çıkmaza girmesinin ve koruma sorumluluğunun diplomatik olarak rafa kaldırılmasının sebebi kısmen bu. Güvenlik Konseyi’nin veto engelini aşabilmesi, P5 ülkeleri arasında oybirliği sağlamaya yetecek bir güven oluşmasına bağlı ki, o güven, NATO’nun Libya’da yaptıkları yüzünden fena halde sarsıldı.
Koruma sorumluluğu diplomasisinin ikiyüzlülüğü
Kosova örneği, kimi zaman insani baskıların (ve beraberinde jeopolitik menfaatlerin) devletleri BM çerçevesi dışında hareket etmeye yönelttiğini göstermişti. Libya ise, mevcut bir savaş/barış durumunda ve insan hakları meselelerinde şüpheci ülkelerin desteğini almak adına tartışmaların manipüle edilerek uzun vadede BM’nin kapasitesinin zayıflatılmasına bir örnek. Çin’in Sincan eyaletindeki Uygurların, Myanmar’ın Arakan eyaletindeki Rohingya Müslümanlarının ve BM nezdinde tek yasal koruyucuları olan devlet tarafından hakları ellerinden alınmış diğer tüm mağdur azınlıkların korunamaması, koruma sorumluluğu diplomasinin ikiyüzlülüğünü gösteriyor.
Sonuç itibarıyla, bu model, BM içinde jeopolitikanın üstünlüğünün devam ettiğinin açık bir göstergesi. P5 ülkeleri anlaştığında, BM yetkisi dahilinde her şeyi yapabiliyor. Ancak anlaşma yoksa, adeta paralize oluyor ve jeopolitik aktörlerin de yasadışı olarak, yani önceden Güvenlik Konseyi’nden yetki almadan harekete geçme yönünde siyasi bir seçeneği oluyor. ABD hükümeti 2003 yılında Irak’a askeri saldırı önerisine destek bulamadığı halde yine de bildiğini okuyup felaket sonuçlara yol açtığında olan da bu.
Bu noktada, BM’nin oynadığı role ilişkin hayal kırıklığının kuruluşun hatasından ziyade, jeopolitikanın ağır sıkletlerinin tavrından kaynaklandığını anlamak gerek. Daha güçlü bir BM istiyorsak, jeopolitikaya gem vurmak ve P5 gurubu dahil tüm ülkeleri uluslararası hukukun sınırlamalarına tabi kılmak şart. Veto hakkının tamamen kaldırılması gerçekçi bir seçenek değil, ama bunun insani krizlerde ya da doğal bir acil durumda kullanılmasını önlemek mümkün olabilir.
P5 genişletilmeli
BM’de yıllar önce yapılması gereken bir reform da daimi üyeliği Asya (Çin’e ek olarak), Afrika ve Latin Amerika’dan birer üyeyi daha içerecek şekilde genişletip P5’i P8 veya P9 haline getirmekti. Böyle bir hamle, küresel dengedeki kaymaların hâlâ bastırılmaya devam ettiği sömürgecilik sonrası dünyada, Güvenlik Konseyi ve BM’ye daha fazla meşruiyet katacaktır.
Yaşanan tüm bu hayal kırıklıklarına rağmen, BM’nin varlığına minnettar olmak ve yıllar içerisinde dünyada yaşanan birçok çatışmaya rağmen her ülkenin üye olmak istemesine, hiçbirinin memnun olmadığı için üyelikten ayrılma yoluna gitmemiş olmasına şükretmek için bir sürü sebep var. Sırf bu evrensellik bile, BM’nin önde gelen devletlerin katılım göstermemesi ve savaş çıkaran krizlerin baskısı nedeniyle dağılan öncülü Milletler Cemiyeti’ne kıyasla, kayda değer bir başarı.
BM, dünyanın sahip olduğu gerçek manada küresel tek forum. İnsan hakları ve çevre koruma çalışmalarının öne çıkması, onunla mümkün oldu. Ayrıca küresel sağlık koşullarının iyileştirilmesi, kültür mirasının muhafaza edilmesi, çocukların korunması ve insanların iklim değişikliğini dikkate almamanın tehlikelerine karşı bilgilendirilmesi konusunda çok şey yaptı.
Daha güçlü bir BM ile daha iyi yaşayabiliriz ancak BM olmasaydı ya da çökseydi çok daha kötü durumda olurduk. Bu bağlamda tek yapıcı yaklaşım, önümüzdeki yıllarda BM’yi daha etkili bir kuruluş haline getirmek ve jeopolitik manevralardan daha az mağdur olmasını sağlamak için elimizden geleni yapmak.
Richard Falk, ABD’nin Princeton Üniversitesi
0 Yorumlar